Obsesyon, Ruminasyon ve Obsesif-Kompulsif (OK) Kişilik
Kaygı ve Anksiyete Bozuklukları
Yalnız insanlık tarihi değil, insanın devingen tarihidir de göç. Avcı-toplayıcı yaşam tarzının olduğu ilkel dönemlerden İsa’nın doğumuna, oradan rönesansa ve son olarak günümüze kadar devam eden bir hareketliliği vardır insanın. Bir anlamda Lee’nin (2009) belirttiği gibi “daha yeşil bir doğa” peşinde arayış içinde olan bir türüz. Göç, bireysel ya da toplu bir şekilde, daha iyiye olan bir beklenti, ekonomik refah, güven arayışı, siyasi karışıklıklardan kaçma, iyi bir eğitim ve kariyer gibi daha sayılacak bir sürü sebep nedeniyle kişilerin yakın veya uzak coğrafi bölgelerde uzun süreli olarak yerleşme amacıyla gerçekleştirdiği bir ayrılık hareketidir. Göç aynı zamanda bir değişim ve yenileyici bir süreçtir (Bhugra, 2004).
Göç doğası gereği bir karşılaşma, kayıp ve aşina olunmayan deneyim sürecidir. Göçmen kişinin yerleştiği yeni ülkede çeşitli psikolojik, bedensel, fizyolojik ve duygusal sıkıntılar yaşaması muhtemeldir. Bir bakımdan alıştığı, bildiği, tanıdığı, sevdiği ve bir bağ kurduğu aile, arkadaş, şehir, doğa ve mimariyi terk etmesi nedeniyle bir kayıp ve yas süreci ile ilişkilidir göç. Özellikle, gönüllü olmayan ve zorla yerinden edilme bağlamında göç hareketliliği yaşayan kişilerin psikolojik rahatsızlıklar yaşaması daha olasıdır. Göç öncesi kadar göç sonrası sürecinin de insan ruhuna ve iyilik haline etkisi bulunmaktadır. Bu kapsamda adaptasyon, kültürleşme, asimilasyon, kültürel farklılıklar ve uyum, misafirperverlik, kabul edilme ya da dışlanma, kimlik bütünlüğü, benlik saygısı, toplumsal kabul ve aidiyet gibi bir sürü farklı deneyim ve algılar yeni ve farklı bir kültür ile karşılaşma sonrasında oldukça dinamik bir etki içinde etki etmektedir.
Akhtar, “hem kendini hem de dış dünyayı kendisine” diyerek göçmen kişinin aidiyet duygusuna atıfta bulunur. Göç eden kişilerin göç süreci ve göç sonrası süreçte bir takım zorluklar yaşaması sebebiyle destek mekanizmalarına erişimi ve potansiyel uyum zorlukları ile baş edebilmesi kişilerin sağlıklı bir hayat deneyimi alması nedeniyle oldukça önemlidir. Akhtar (2019) göç sürecini insanların içsel ve dışsal gerçekliklerini etkileyen bir yas süreci olarak tanımlamaktadır. İnsanlar bir ulus ya da kültürden diğerine göç ettiklerinde, edindikleri bilgi birikimlerini ve sıkıntılarını da beraberlerinde taşırlar. Yeni kültüre yerleştiklerinde, kültürel kimliklerinin değişmesi muhtemeldir ve bu da bir dereceye kadar göç edilen ülkeye aidiyeti teşvik edebilir (Bhugra, 2004).
Göçmenler yaşadıkları ruhsal sıkıntılar dışında fizyolojik, kardiyovasküler hastalıklar ve bedensel rahatsızlıklar gibi sorunlar ile de karşı karşıya kalabilmeye eğimlidir. Gelişmiş ülkelere göç eden kişiler ayrıca HIV-AIDS için yüksek risk grubunda olduğu kabul edilmektedir (Virupaksha, Kumar & Nirmala, 2014). Kişiler dışlanma, sağlık hizmetlerine erişememe ve kabul edilmeme algılarından dolayı hastalıkları ile ilgili hizmetlere erişimde güçlük yaşayabilmektedir (Virupaksha, Kumar & Nirmala, 2014). Ayrıca, Kobel, Erim ve Monava (2021) tarafından yakın zamanda yapılan bir araştırmada birinci veya ikinci kuşak göçmenlerin genele oranla daha yüksek oranda somatoform semptomları ya da bozuklukları olduğu bulgusuna ulaşmışlardır. Bedensel rahatsızlıkların şiddetinin fazla olması ise kültür farklılığının yüksek olması ve daha fazla ayrımcılık algısının olması ile ilişkide olabileceği düşünülmektedir (Morawa & Erim, 2014). Ayrıca, göç edilen ülkede bir akıl hastalığı ile damgalanma endişeleri sebebiyle kişiler semptomlarını bedensel tepkiler ile sergileme eğiliminde olabilir (Cariello, Perrin & Morlett-Paredes, 2020; Kirmayer, 2001).
Kişiler “bilindik olan çevreyle ilgili bağı ve ilişkileri” kaybeder diye belirtir Salman Akhtar Göç ve Kimlik kitabında. Bu bağlamda erken dönem ilişkilerine bir atıfta bulunarak “Bildik olanın sürekliliği çocuğun güvende hissetmeyi sürdürebilmesini kolaylaştırır” diye belirtir. Değişim kaçınılmazdır. Yalnız sosyal ilişkiler değil şehir mimarisi, sokak, mekanlar, dağların yapısı, iklim ve bitki örtüsü de değişir. Göçmenler bu değişime ayak uydurmak zorundadır. Nayla Del Coster (2018) “Öteki Dil” isimli yazısında göçmeni tanıdık ve bütünleştiği bir kültürel alandan ayrılması ve bu sürecin yol açtığı kayıp, yas ve uyumla birlikte yeni bir yere taşınması olarak tarif eder. Göç doğası itibariyle bir geçiş sürecidir. Kirmayer ve arkadaşları (2011) bu süreci kişisel ve sosyal hafızanın yeniden üretimi, yeni bir sosyo-ekonomik çevre ile karşılaşma ve farklı bir kültürel yapının içine dahil olma şeklinde 3 başlık ile tanımlar.
Göç sonrası süreç özellikle ekonomik istikrar ve düzenli bir istihdam olanağı daha iyi bir sağlık durumu ile ilişkilendirilmiştir (Kirmayer ve ark., 2011). Göçmenlerin ev sahibi kişilerle kültürel benzerliğin olmamasının göç eden kişilerin tekinsiz ve endişe kaynağı olarak görülmelerine sebep olabilir (Botelha, Bogdan & Power,2023). Kültürleşme (Acculturation) çalışmaları özellikle göçmenlerin adaptasyon dinamiklerini değerlendirme noktasında oldukça çalışılan bir kavramdır. Berry (2022), kültürleşme sürecini bir uyarıcıya doğru hareket etme, ona doğru bir devinim içinde olma veya ondan uzaklaşma şeklinde bir model ile gerçekleştiğini belirtir. Bu devinimler ise adaptasyon, simülasyon, reddetme veya kültürsüzleşme pratiklerinden birine neden olacağını öne sürmektedir. Bu bağlamda, kültürleşme süreci için iki farklı topluluğun temasının gerektiği ve bir grubun genellikle daha baskın olacağı belirtilmektedir (Bhugra, 2004). Göç sonrasında ortaya çıkan stres sadece eski kültürün kaybı ve yeni kültür tarafından reddedilme deneyiminin bir sonucu değildir. Eski ve yeni kültür arasındaki kültürel uçurumların farkına varılması ve gerekli değişimin boyutunun öngörülmesi de stres kaynağı olabilir (Berry, Trimble ve Olmedo, 1986; Phinney, 1990). Bu bağlamda adaptasyon ve kültür süreci psikolojik dayanıklılığın da yeteri kadar olması gereken psikolojik bir süreçtir.
Göçmenler sıklıkla reel politik söylemin bir nesnesi durumunda olabilmektedir. Haberler, sosyal medya ve kamuoyu ile yapılan çalışmalarda göçmenlere karşı olumsuz tutum ve önyargılar ile sıklıkla karşılaşılmaktadır. Avrupa’ya göç eden göçmenler için iki farklı söylem ile karşılaşılmaktadır (Botelha, Bogdan & Power,2023). İlk olarak göçmenlerin iyi bir yaşam arayışı sebebiyle ülkelerine göç etmesi nedeniyle ev sahibi toplum bu grubu bir tehdit ve endişe kaynağı olarak görmekte bu sebeple göçmenler politik bir alanda endişe konusu olmaktadır. İkinci söylem ise göçmenler liberal bir söylem alanına çekilerek ülkelerine sosyal, kültürel ve toplumsal alanda katkı sunan kişiler olarak lanse ettirilmektedir.
Kabul edilme noktasında içerme (inclusion) veya dışlama (exclusion) konusunda bazı çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Kanada’da yapılan çalışmalar da bilgiye erişim noktasında yetersizlik göçmenlerin eğitim, sosyal imkanlar ve istihdam gibi alanlarda kendilerini var edebilmelerinin önüne set çekmektedir (Caidi & Allard, 2005). Bilgiye erişim noktasında yaşanan bu problemler ve engeller kişilerin sosyal alanlardan dışlanmasına ve kendilerini iyi hissedecekleri fırsat ve ortamlardan da uzaklaşmalarına sebep olmaktadır (Kennan, Lloyd, Qayyım & Thompson, 2011). Bilgiye erişim konusundaki sıkıntılar kişileri sosyal destek kaybına uğratmakta, yalnızlık ve stresin şiddetini arttırmakta ve algılanan dışlanma hislerinin artmasına sebep olmaktadır (George & Chaez, 2009).
Birtakım psikodinamik kökenli çalışmalar ise bağlanma stillerinin göç sonrası süreçte de etkili bir dinamik olduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda, ev sahibi toplum ve göçmenler arasında sağlanan güvenli bağlanmaya dayalı ilişki göçmenlerin entegrasyon sürecine katkı sunacağı ön görülmektedir (Bartholomew & Horowitz, 1991; Van Oudenhoven & Hofstra, 2006). Bu durumun tersi ise güvensiz ve kaygılı bağlanma stiline sahip göçmenlerin yeni yerleşim sürecinde daha az entegre bir profil sergilediklerine ulaşılmıştır (Idemudia & Boehnke, 2020).
Salman Akhtar (2017) coğrafi Yönelik Yerinden Olma Travması makalesinde “Bir bardak su çok susamış kişi için dayanılmazdır” der. Bu söylem göç deneyiminin kendimize dair deneyimlerimizi, algılarımızı ve ayrılığın ardında bıraktığı yası tarif etmek için dile getirmiştir. Göç, kaybedilen özel bir eşyanın kendilik-nesne ilişkisi bağlamında içsel dünyamızda yarattığı narsist uyumsuzluk gibi deneyimlerimizde de bir uyumsuzluk yaratma potansiyeline sahiptir. Buradaki temel ikilimlerden biri “Ben nereye aitim?” sorusu olabilir. Freud (1917) Yas ve Melankoli eserinde yası kişinin ülkesi ile olan ilişkisinin kaybıyla da nitelendirmiştir. Yas sürecinde kinin düşük benlik saygısı içinde olduğunu ve kayıp nedeniyle kinin kendine dair suçlamalar içinde olacağını varsaymıştır. Bu kapsamda, ülke kaybının kişinin içsel dünyasında ve kendiliği ile ilgili algılarıyla da bir ilişki içerisinde olduğu ifade edilebilir (Garza-Guerrero, 1974). Göçmenlerin çoğu göç sonrasındaki içsel değişimlerin farkında değildir diye ifade eder Lee (2009). Göç dışsal olduğu kadar da içsel bir değişime zemin açmaktadır. Farklı bir iklim yapısına göç edem göçmenin oradaki giyim ve eşyalar hakkında bilgi edinmesi gerekmektedir. En basit haliyle mevsimin değişmesi kişinin hayat tarzını oldukça etkileyecektir. Göçmen olmak sosyal ilişkilerin değiştiği ve içsel dünyada çeşitli uyumsuzlukları da beraberinde getirdiği için uyum ve adaptasyon konusunda zorluklar meydana getirecektir (Lee, 2009). Bu sebeple sıklıkla göçmen “Ben kimim?” diye sorar. Birçok içsel ve dışsal mekanizma değişmiştir. Bu sebeple göçmenlerin değişime açık olması, içsel uyumu ve kendilik algısını sağlaması deneyimlerinin de karmaşadan daha az etkilenecek şekilde ilerlemesi için faydalı olacaktır.